Site icon DieHaber.Com

TREN

Hüseyin Ocar

Doğa beni çekiyordu.

Çocukluğumdan güzel anılar kalmış bende.

Yetmişli yıllarda Almanya serüveni başladığında, içim burkularak gelmiştim aslında.

Tamam, fazla toprağımız yoktu, ama yetiyordu pekâlâ.

En çok da gitmemi isteyen, “Toprak berekettir, hepimize yeter” diyen babamdı, ne hikmetse.

Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, kendimi bir anda bizim köy kadar büyük bir fabrikanın içinde bulmuştum.

Makineler, işçiler, diğer yabancılar ve Türkler.

Hepimiz yıllarca bu işi yapıyormuşuz gibi çalışıyor, didiniyorduk.

Acemilik elbette vardı, özlem elbette vardı, ama keyfim de yerindeydi.

Biraz Almanca öğrendikten sonra ve de biraz para kazandıktan sonra daha da iyi olmuştum.

Derler ya “zaman su gibi akıp gidiyor” diye. Öyle de oldu, aradan bir yıl geçmiş, izin zamanı gelmişti.

Köye döndüğümde evlendim.

Severek mi evlendim bilmiyorum.

Ama eşim çok iyi birisiydi, onu biliyorum.

Kısa bir süre sonra onu da getirdim, yaşadığım küçük kasabaya.

Ev tuttum, arkadaşlarımın yaptığı gibi eski mobilya değil, hepsini yeni aldım.

İyi de oldu, gerçi herkes biraz tuhaf karşılamıştı bunu ama, olsun bizim keyfimiz yerindeydi.

Eşim sanki benden daha iyi kavrıyordu her şeyi, Almancayı kısa bir sürede öğrenmiş, evin işini tek başına görür olmuştu.

Çalışmak da istiyordu. Hemen bir iş bulduk ve başladı çalışmaya.

Güzel bir evlilikti bizimki, üç çocuğumuz oldu.

İki oğlan bir kız.

Oğlanlar bizi çok sevindirdi, ama kızımın yeri başkaydı.

Doğduğu gün alımlı ve de çalımlı olacağı belliydi.

Oğlanlar büyümüş, kız da serpilip gelişmişti.

Hepimiz gözümüz gibi bakıyorduk ona.

Çocuklarımın büyük sorun yaşamadan okullarını bitirip mesleğe başladıklarında, herkes gıpta ile bakar olmuştu bize.

Biz ise çaktırmadan keyfini çıkartıyorduk bu tablonun.

Uzun süre çalıştığım fabrika kapanınca işsiz kaldım.

Tam da kriz dönemi, iş bulmak özellikle meslek sahibi olmayan benim gibiler için oldukça zordu.

Uzun bir süre bulamadım da, işsiz dolaşıp durdum, zamanımın büyük bir bölümünü de benim gibi işsiz kalan Türk arkadaşlarımla kahvede geçiriyordum.

Oğlanlar mesleklerini bitirerek çalışmaya başladılar, kızım da bitirmek üzere.

Kızım benim, küçüklüğünden beri bizi kendine bağlayan bir yönü olmuştu hep.

Kime benziyor bana mı, yoksa annesine mi daha çok?

Kabul ediyorum anneye benziyor.

Güzelliği, girişkenliği, çabuk algılaması her şeyi ile anneye benziyor.

Benzesin de.

Sabah kalkıp kahveye doğru yöneldiğimde, bana selam verenlerin yüzü tuhaf gibi geldi bana, bana sanki tam bakmıyorlardı, yüzlerini saklıyorlardı sanki.

Belki de bana öyle geliyordu.

Kahveye vardığımda çay demlenmişti ama kahveci yoktu.

Bir bardak çay alarak, masanın üstündeki gazeteyi karıştırmaya başladım.

Dalmış okurken sessizce kahvenin sahibi girdi içeri, beni gördüğünde tekrar çıkmak ve girmek arasında bir hareketle içeriye girdi ve hemen kendine bir çay doldurdu.

Masama gelecek diye beklerken arka tarafta temizlik yapmaya başladı.

İçim sıkılmıştı, kalktım evin yolunu tuttum.

Yürürken her şey üstüme geliyordu sanki. Eve gitmek istiyordum, adımlarım hızlandı birden, soğuk terler bastı, bir şey duymaz oldum, gözüm karardı, yalpalayarak yürür olmuştum.

Evin sokağına girdiğimde, nerede olduğumu şaşırdım bir an.

Köşede bir kalabalık, sanki kasabada insan kalmamış, herkes buraya toplanmış.

Yaklaştığımda bir arkadaşım yanıma gelip koluma giriyor, eve yönlendiriyor.

Ben, ben değilim artık, kim ne derse onu yapar oldum.

Ağlamalar, hıçkırıklar, bir ağıt yükseliyor evin içinden;

 

Kızım, kızım güzel kızım

Doyamadım sana ah kızım

Dediler tren çarpmış

Ben neredeydim kızım.

 

Daha dün su verdin,

Su gibi ak kızım,

Ben sana neyledim

Bahtı kara kızım

 

 Ağabeylerin burada kızım

Baban şimdi gelecek kızım

Sırma saçlım, siyah kaşlım

Babana ne diyeceğim kızım.

 

Ayaklarım beni dolaştırıyor, yemek de yiyiyorum, selam da veriyorum, ama yaşamıyorum ben. Kızımı gömdüğüm köyüme, kızımın yanına, o gün kendimi de gömdüm ben.

Exit mobile version